Bir elimde bir kağıt parçası dolaşıyordum. Yanımda duvar vardı başından sonuna kadar sokağın… Köşeyi dönünce yok olduğunu gördüm. Yalnız kaldığımı düşünürken önüme düşen başım gözlerimin açılması ile tekrar diklendi karşısındaki ağaca…
Gölgesinden kurtulmak ister gibi adımlarımı daha büyük atmaya ve ardı sıra saydırmaya başladım makineli tüfekten çıkar gibi. Uzun sürmedi tabi kurtulmak üzerimdeki yüksüz karanlıktan… O da geride kalmıştı aynı ağaç gibi. Bir bulut gelene kadar güneş beni takip ediyordu. Evsiz bir kadın üzerine geçirdiği battaniyenin ucundan kafasını çıkarana kadar farketmemiştim evinin önünde durduğumu. Çok geçmeden ayrıldım huzurundan. Uzaktan Edith Piafın sesi duyuluyordu. Yolumu çeviremedim. Taşlar vardı. Duvardan bağımsız ve soğuk.
Üzerinde kısa paltosu elinde sigarası ile mutsuz bir yüz geliyordu karşıdan… Gülmenin yakışacağı yüzüne hiçbir şey sürmemişti. Rüzgarda olmasa yüzüne dokunan hiçbir bişey olmayacak gibi bir halle yanımdan geçip gitti. O da soğuktu taşlar gibi…
Büyük bir binanın karşımda durduğu bir yolu yarıladım. Büyük kubbesi iki yanında altın kaplamalı heykellerin beklediği bir mabedti sanırım. Yol önünde secde etmiş arabalar ve kuru bir kalabalık üzerinden geçip duruyordu. O hiç bozmuyordu duruşunu ki bende üzerinde dolaşmaya başladım.
Küçük bir avlu arkasında bir kapı karşıladı beni. Ortada geniş bir bahçe sevgilileri ağırlıyordu. Avluya bakan onlarca küçük dükkan içlerindeki antikaların soluklanması ile ortaya çıkan tozlu bir koku yayıyordu. O tarafa yöneldim. Karanlık bir antika dükkanı karşıladı beni yanındak kafeye attı soluk almama bile izin vermeden. Şapkalı bir kadın geziyordu hemen önümde. Şöyle bir baktı ve kafasını çevirdi vitrinine Didier Ludot yazan etiketlerin bulunduğu küçük dükkanın…
Galerilerin arasından yorgunluğuma inat yöneldim başka bir sokağa. Taşlar ve yollar yine vardı. Hiç pas vermeden devam ettim. Uzun siyah paltoları birbirinin kopyası tarzları ile bir kaç Fransız erkeği yanlarında çantalır gibi dolaştırdığı bi kaç hanımı takmadan tartışıorlardı aralarında. Arkalarında onları izleyen o muhteşem tablonun farkında bile değillerdi. Ben selam verdim tabloya ve derin bir nefes çektim. Ne koku rahatsız ediyordu artık ne karanlığı bu şehrin. Her yer, her duvar, her yol tek bir yere çıkıyordu. Ve onun güzelliğinin yanında Eifel kulesi bile öksüz bir çocuk gibi çaresiz bakıyordu düm düz şehre… Kulaklarımda bir türkü, gözümün önünde gözleri, gönlümde tahtı ile kralların meydanına yöneldim.
Coşkulu bir kalabalık vardı. Duvarlardan, taşlardan ve yollardan oluşan…
Bir de…
kendi içimdeki duvarları yolları ve taşları ne yapmak lazım şimdi.Sevgili bütün yolları duvarları taşları sempatik kılabilir ancak şimdi