vadide bir masal var

bulutların üzerine ağladığı bir vadi var

uçsuz bucaksız

sessiz. uzun ve dar

ağaçların şarkı söylediği bir yol var

güneş örter üstünü

rüzgar üstüne yağar

çiçeklerin bezediği boylu boyuca bir ev var

renkler sarmalar

düşler açar

zamansız öten kuşlar var

haykırır gibi

fısıldar gibi

bitmez tükenmez 

bir masal gibi

colic…

issiz.png

colic(ing.)= karınağrısı, buruntu, büküntü…

Tasarlanabilir birşey değildi elbet… Neleri tasarladık ve yaşadık zaten. Yaşarken acımasızca tükettiklerimiz ulaşılmazken neden bu kadar kıymetleniyor diye düşündüm. Bunun bir açıklaması olmalı… ama ne?

İzler…

Sizden, bizden, ondan bundan… Taptaze izler…Garip bir tadı vardır. Alışkanlıkla başlar bağımlılığa rücu eder. Farkındayım bunun tadı daha güzel… Sahip olmanın sıradanlığını ne yapayım?

İnce hesaplaşmanın ürünü bazı tümceler dolanmaya başladı tamda şu anda… Derin bir ah çekmeden dünyaya dönmek mümkün olmuyor nedense. Karanlıkta çöküp kalmak mı olduğun yere yoksa bir ışık aramak mı… Ben acısını sevdim bunun. Kafamı çevirdiğim heryerde farklıyım. Bu acı garip bir tad veriyor. Ve oturmak istiyorum olduğum yerde.

Romanlar kimin için yazılmış? İzi olmayanın ne hükmü var satırlarında… Hiç düşünmediniz mi sıradanlığın romanı olmuş mu? Acısız iz var mı? Mutluluğun tadını kaybettiğinde almayan var mı? Hangi silik karakter iz bıraktı belleğinizde? Hiç kendinize silikliği yakıştırıpta baş karakteri oldunuz mu? Boşversenize…

Siz bana bir hayat borçlusunuz!

Sıradan, acısız… Özlemsiz… İzsiz… Silik…

Benim olan bir hayat sorçlusunuz.

Siz kim misiniz?

Karın ağrısısınız… Acısınız.

Sizi seviyorum.

Saygılarımla

SizColic … Her kimseniz artık…

Sırça Köşk

kosk.png

Soğuk vuruyordu acımadan… yakasına yapıştığı güneş ondan kurtulmak istesede, ısıtmak istesede, inadına yakıyordu ortalığı, alay ediyor gibi yüzümüze vurarak…Bir esinti alıyor başımızı götürüyordu bilmediğimiz uzaklara ve biz kaybolmuş çocuklar gibi arıyorduk annelerimizi… Saracak kolları yoktu yanımızda… Karanlık kovalarken biz kaçıyorduk ağaç yapraklarının arasında… Taşlık patikada yara bere içinde koştukça soluk soluğa acı bir çığlığa bile hasret bırakıyordu sessizlik bizi…İki tarafımızda bizimle yarışan çalılar dokunmak istedikçe bileklerimize, kanatıyorlardı şefkatle… Birbirini bile görmekte güçlük çeken bir kaç çiçek ara ara görünsede hızımızdan eksiltmiyorduk. Ardımıza bakmak istemediğimizden mi bilinmez git gide uzakta kalıyordu geçmişimiz. Bir kuzgun havalanırken bir diğeri konuyordu gölgelerimize… Issız…Soğuk…yer yer boğuk…

Nefesimiz kesilmeye başlıyor ama durmak istemiyorduk. İki kolumuz ciğerlerimize yapışmak istercesine birleşiyordu göğsümüzle…

Üşüyorduk. Koştukça tepelere düşüyorduk.

Yara bere içindeydik. Kan, “ter” olmuş akıyordu boylu boyunca gövdemizde… Bir sırça köşk göründü öteden… Yol usulca gidiyordu oysa bitmeden…

Sisli, puslu havanın inceldiği anda bir kuzgun vurdu ardımıza tokadı da sırça köşkün önünde bulduk gövdemizi… Uzak ama tanıdık, açık ama sonsuz pencereler saydık.

Titremeler başladı toprakta, biz aldırmadan ısınıyorduk. Açtığımz gözlerimiz sonuna kadar, tam kapanıyor derken dikleniyordu anarşist kirpikler… Kocaman eşikten geçmeye ne hacet yıkılıyordu duvarlar önümüzde… Bir uğultu kulaklarımıza uğrarken, koğuş ağası sis açıyordu önümüzdeki karanlığı… Gıcır gıcır gıcırdayan kapılar kapaklanıyordu önümüzde köşkün sahibi bizmişiz gibi…

Bacaklarımız titrerken koşmaktan bitkin, sen bakıyordun merdivenin başından kalbinde mızrak gibi bir kin…

Tutulan ay değildi sadece dilimiz de suskun… Bakışıyorduk aynalara ne göreceğimizi bilmeden… Karanlık açıldı tekrar, sıcak vardı bir ucunda, sen vardın öteki… Üşümüyorduk artık… Köşkündeydik sırça olmasına da… Ne konuşabiliyorduk ne güneş bizi ısıtıyordu. Yalnızlık ısırıyordu…. Yarım yamalak bir cümle dökülüverdi ağzımızdan…

Olmadığın sırça köşkün sahibi olsam ne yazar…  En iyisi yok olayım azar azar…

Karanlık kalktı… Köşk çöktü… Kuzgunlar dağıldı. Bu bitmeyen eski bir masaldı.